Siteyi Görmek İçin
Lambaya Tıklayın
Sola Kaydır
?Önizleme !
Sitemize Hoşgeldiniz

islamtutkunu

Kuran'dan Hikayeler

 

[Kaynak: Kur’an’dan Hikayeler –kıssalar ve ibretler-, Sacide Zaid]

 
 

YERYÜZÜNDE İLK AİLE ADEM ve EŞİ

 
 

Çok eski zamanlarda şu üzerinde yaşadığımız dünya yoktu. Yalnızca herşeyin yaratıcısı Yüce Allah vardı. Sonra üzerinde yaşadığımız dünyamız Yüce Allah'ın "OL" emri ile yaratıldı. Dünya yaratılmıştı ancak ne dünyada, ne cennette hiç insan yoktu.
Kitabımız Kur'an'da anlatıldığı gibi Cennet çok güzel bir bahçedir. Hiçkimse onun güzelliğini bu dünyada hayal bile edemez. Akışı tatlı soğuk sularla çağlayan pınarlar, süt ve bal nehirleri hep cennettedir.
İşte şimdi şu üzerinde yaşadığımız dünya bile yokken , Allah, Meleklerine şöyle seslendi:
-Yeryüzünde ben sorumlu bir varlık olan insanı yaratacağım.
Bunun üzerine Melekler sordular:
-Biz senin emirlerini yerine getiremiyor muyuz?
Yüce Allah Meleklerin bu sorusu üzerine:
-Ben sizin bilmediğiniz bazı şeyleri kastediyorum, dedi.
Daha sonra ilk insan olan Adem'i balçık halindeki çamurdan yarattı ve ona can verdi. Adem aynı zamanda ilk Peygamberdi. Yani Allah'ın ilk elçisi.
Yüce Allah Adem'e hayat hakkında gerekli olan her bilgiyi öğretti. Ve ona cennette bir yer verdi. Her ne isterse yapmasına izin verdi. Cennetteki bir tanesi dışında bütün meyvalardan yiyebileceğini söyledi.
Adem cennette çok mutluydu. Ama yalnızdı. Adem'in bir arkadaşı yoktu. Adem, Allah'tan kendisine bir eş, bir arkadaş vermesini istedi. Herşeyin yaratıcısı olan Yüce Allah, ona Havva anneannemizi bir eş, bir arkadaş olarak verdi.
Adem'in yaratılmasından sonra Allah meleklerine: "Bu Adem'dir. Siz hepimiz benim eserim olan Adem'in üstünlüğünü kabul edeceksiniz" buyurdu.
Bütün melekler bu emre uydular. Fakat Şeytan uymadı. Çünkü şeytan, Allah'ın yarattıkları içinde en üstün olanın kendisi olduğuna inanıyordu. Şeytan:
- Ben neden Adem'e secde edeceğim? Ben ateşten yaratıldım, o ise topraktan, çamurdan yaratılmış. Ben ondan üstünüm, ben ona itaat etmem, dedi.
Şeytanın bu isyanı üzerine Yüce Allah, şeytanı Cennet'ten kovdu. Bunun üzerine Şeytan, Allah'a: "Kıyamete kadar bana yaşama hakkı ver, insanları kesin gözünden düşürerek intikam alayım" dedi.
Yüce Allah:
-Benim güzel kullarıma sen hiçbir zaman zarar veremezsin, buyurdu.
İblis günlerce düşündü. O, Adem'in Allah'ın emrine karşı gelmesi için planlar kurdu. Birgün, Adem ve Eşi cennettelerken onların kulağına:
-Size Allah'ın yasakladığı meyve var ya, o meyve cennetin en iyi meyvesidir, onu yerseniz çok mutlu olursunuz, dedi.
Adem ile Hanımı şeytan tarafından kandırılmışlardı. Ve o meyveyi beraberce yediler. Fakat yaptıkları hatayı, yani Allah'ın emrine karşı geldiklerini anlamışlardı. Ancak iş işten geçmişti. Çok utandılar, fakat yaptıkları suçu Allah biliyordu. Çünkü O herşeyi bilendir.
Adem ile arkadaşı'nın bu itaatsizlikleri üzerine Yüce Allah:
- Ben size o ağaca yaklaşmayın dememiş miydim? Siz emrime karşı geldiniz, artık Cennet'e yakışmıyorsunuz, dedi.
Böylece Adem ile Eşi Cennet'ten çıkarıldı.
Bundan sonra dünyamızda yaşamaya başladılar. Adem ile Havva Allah'ın emrine karşı gelmek istememişti ancak şeytanın tuzağına düşmüşlerdi. Çünkü Şeytan insanın en büyük düşmanıydı.
Adem ile Havva, hatalarının bağışlanması için Allah'a yalvardılar. Merhameti bol olan Allah, yalvarmalarını kabul edip onları bağışladı. Onlara şöyle seslendi:
"Eğer bundan sonraki hayatınızda iyi işler yapar, benim yasaklarımı çiğnemezseniz ben de sizi öldükten sonra Cennet'e alırım. Fakat emirlerime uymazsanız o zaman Cehennem'e düşersiniz" dedi.
Adem ile Havva'nın yaşadıkları sürece birçok evlatları oldu. Bizler de hepimiz onlarınnın çocuklarıyız. Bundan dolayı Adem insanlığın babası, Havva'da bütün insanlığın annesidir.

 
 

HABİL ve KABİL

 
 

Adem ile Havva dünyamızda yaşamaya başladıklarında dünya onlara çok büyük gözüktü. Her ikiside heryerin kendileri gibi insanlarla dolmasını Allah'tan istediler. Soğuk bölgelerde, çöllerde, ormanlarda, dağlarda her yerde insanlar olsun ki insanlar birbirleriyle anlaşsınlar, dünyada korkmadan yaşayabilsinler. Kısa süre sonra Allah onlara bir çok çocuk verdi.. Ve dünyaya yayıldılar. Eskimolar, Çinliler, Asyalılar, Avrupalılar, herkes Adem ile Havva'nın çocuklarıdır.
Şimdi sizlere bu çocuklardan ikisinin, Habil ile Kabil'in hikayesini anlatmak istiyorum.
Büyüyüp evlenme çağına geldiklerinde ikisi de aynı kızla evlenmek istemişlerdi. Ancak içlerinden hangisinin bu güzel kızla evleneceğine bir türlü karar verememişlerdi. Sonra babalarına danıştılar. Adem de onlara, Allah için kurban adamalarını söyledi. Şayet hangi kurban kabul edilirse, kurbanı kabul edilen kişi bu kızla evlenme hakkına sahip olacaktı.
Hemen ikisi de koyun sürülerinin yanına koştular. Habil koyunlardan en güzelini, en iyisini seçti ve Allah için kurban kesti. Kabil ise aynı sürünün içinde en çelimsiz, en zayıf olan koyunu seçip kurban etti. Böylelikle iki kurban sunulmuştu. Allah, Habil'in kurbanını kabul etti. Bu durumda Habil'in güzel kızla evlenmesine izin verilmiş oluyordu.
Kabil bu karara çok kızmıştı. Sinirli sinirli babasına çıkıştı:
-Allah Habil'in koyununu kabul etti, çünkü sen onun için dua etseydin benimki kabul olacaktı, dedi.
Adem Peygamber:
-Hayır oğlum, O, malın içinden en güzelini seçti, çünkü iyi niyetliydi. Ama sen en kötü malı kurban ettin, çünkü kalbinde fesatlıklar vardı. Dolayısıyla Allah seninkini değil kardeşininkini kabul etti, dedi.
Kabil geri döndü. Kendi kendine şöyle düşünüyordu:
" Allah kardeşimi benden üstün tuttu. Bana haksızlık yaptı." Bunları düşünüyorken kendi yaptığı hatayı görmüyordu.
Şeytan ise boş durmadan hemen Kabil'in yanına koştu. "Fırsat bu fırsat bunların ikisini de birbirine düşüreyim" diyordu:
-Kabil, sana haksızlık yapıldı. Bunun için git kardeşini öldür.
Bütün bunlar olurken kardeşinin hiçbir şeyden haberi yoktu. Şeytan tekrar:
-Kabil, haydi durma kardeşini öldür kızla sen evlen, haydi öldür, diye kışkırtıyordu. Bunun üzerine Kabil, Habil'in peşinden takip etmeye başladı. Az sonra Habil'i yakaladı:
-Seni öldüreceğim, diye bağırdı.
Habil şaşkınlık içinde:
- Neden beni öldürmek istiyorsun? Ben sana ne yaptım?
-Çünkü babam seni benden daha çok seviyor?
-Beni öldürmekle eline ne geçecek? Allah seni affetmez.
Habil daha da öfkelenmişti. Fakat birşey demedi. Evine gidip uyumaya çalıştı. Fakat gözlerine bir türlü uyku girmiyordu. Sabaha kadar Habil'i öldürmek için düşündü durdu.
Sabah olunca hemen Habil'in koyunları otlattığı yere geldi. Yerden büyük bir kaya parçası aldı ve Habil'e vurdu.
Dünyada ilk cinayet böylece işlenmiş oldu.
Fakat Kabil bu cinayeti işler işlemez kendine geldi. Ama iş işten geçmişti. Kardeşini öldürmüş, katil olmuştu. Korktu, pişman oldu. Fakat şimdi huzuru, neşesi, büsbütün kaybolmuştu. Herkes affetse bile Allah kendisini affetmezdi. Sanki dünyada herşey ona "Katil.. Katil.." diye sesleniyordu.
Şimdi Habil'in cesedini ne yapacaktı? Onu burada bırakırsa yırtıcı hayvanlar gelirlerdi. O sırada bir karga gördü, karganın yanında bir kuş ölüsü vardı. Karga o kuş ölüsünü yere, gagasıyla açtığı bir çukura gömüyordu. Kabil de hemen karganın yaptığını yaptı. Yere bir çukur açtı. Kardeşinin cesedini oraya gömdü.
Adem çocuklarını aramaya başlamıştı. Kabil babasının geldiğini görünce korktu. Babasından kaçtı. Adem, oğlunun kaçtığını görünce etrafına baktı. Yerde bir kaya parçası ile kan lekesini gördü. Kabil'in Habil'i öldürdüğünü anladı. Çok üzülmüştü. Hem ağlıyor, hem de Kabil'e şöyle sesleniyordu:
-Kabil.. Kardeşine ne yaptın? Artık sonsuza kadar rahat yüzü görme. Gir hiçbir zaman huzur yüzü görme.. Git hayatın bile sana bir zindan olsun.
Sevgili çocuklar, Kur'an'da çocukların ismi ve niçin anlaşamadıkları yazmamaktadır.

 
 

NUH ve OĞLU

 
 

Adem ile Havva'nın evlatları oldukça çoğalmış, artık çok geniş yerlere yayılmışlardı. Zaman su gibi akıp gidiyordu. İnsanlar geçen zaman içinde kendilerini yaratan Allah'ı unutmuşlar, taşlara, putlara, yıldızlara tapar olmuşlardı.
İşte insanların yoldan çıktığı bu zamanda Allah onlara Nuh adında bir Peygamber gönderdi. Nuh Peygamber insanları; Tek olan, benzeri bulunmayan, herşeyi yaratan Allah'a inanmaya ve ona ibadet etmeye davet etti.
Onlara; şayet kendi söylediklerine uyarlarsa kurtulacaklarını vaad etti. Fakat Nuh'un öğüt verdiği insanlar çok inatçıydılar. Yine putlara, taşlara tapmaya devam ediyorlardı.
Nuh onlara şöyle diyordu:
- Bu taşlar size hiçbir fayda vermez. Aklınızı kullanın, birşey istiyorsanız Allah'tan isteyin. Şu güneşi, ayı, gökyüzünü görmüyor musunuz? İşte sizi de onları da Allah yarattı. Hala anlamıyor musunuz? Ölünce Allah'a gideceksiniz. Hepimiz ona hesap vereceksiniz.
Nuh Peygamber bu insanları doğru yola getirmek için adeta yalvarıyordu:
-Ben size akıl almaz şeyleri söylemiyorum. Benim, sakladığım hazinelerim var demiyorum. Yalnızca size iyiliği, doğruluğu ve Tek olan Allah'a inanmayı gösteriyorum. Bana inanın, Allah'a itaat edin. Sizden başka istediğim yok.
Nuh, çok sabırlı bir insandı. O, Allah'ın emirlerini insanlara ulaştırmak için yılmadan mücadele ediyordu.Fakat insanlar arasında kendisine uyanlar parmakla sayılacak kadar azdı. Nuh Peygamber bu durum karşısında Allah'a yalvardı.
Yüce Allah da O'na:
-Üzülme ey Nuh... dedi. Sen elinden geleni yaptım. Ben, o türlü yola gelmeyen insanları ağır bir ceza ile cezalandıracağım , hepsi yok olacak. Hiçbiri azabımdan kurtulamayacak.
Allah daha sonra Nuh'a, büyük bir fırtına göndereceğini ve bütün kötü insanları öldüreceğini söyledi. Kendisine inananların kurtulması için bir gemi yapmasını, bu yaptığı gemi ile inananların kurtulacağını söyledi.
İnsanlar Nuh'un gemi yaptığını görünce, gülüp geçtiler.
"Yoksa geleceğini söylediğin şu fırtına için hazırlık mı yapıyorsun, dendi söylediğin yalana kendin bile inanıyorsun" diye onunla dalga geçtiler. Nuh, onların sonlarının geldiğini bildiği için sözlerine hiç aldırış etmedi.
Gemi sonunda bitmişti. Allah Nuh Peygambere gemiye o zaman dünyada bulunan her hayvandan birer çift almasını ve kendisine inananlarla birlikte gemiye binmesini emretmişti. Nuh bu emri yerine getirdi. Ancak oğlu için endişe ediyordu. Çünkü oğlu inançsızlarla beraberdi. Ve Allah'a sordu:
-Oğlumun hali ne olacak? O benim ailemdendir.
Allah da bu soruya karşılık:
-Hayır Nuh, o senin ailenden değildir, çünkü bana inanmıyor. Sen onun için üzülme. Kim bana inanıyorsa senin ailenden olan işte onlardır. Çünkü inananlar birbirleriyle kardeştirler, buyurdu.
Sonunda beklenen an geldi. Fırtına başladı. Hiç kimse böyle bir fırtına ve yağmur görmemişti. Bu fırtına, Allah'ın inanmayanlara gönderdiği büyük bir ceza idi. Yerden bile sular fışkırıyordu. Bütün inkarcılar, inançsızlar boğulup gitmişti.
İnananlar gemide iken Nuh, oğluna son kez seslendi. Ancak oğlu:
Ben size inanmıyorum. Şimdi yüksek bir dağa çıkar kurtulurum, dedi.. Fakat az sonra sular dağları bile içine aldı. Oğlu da kafirler ile beraber öldü.
Sonunda Nuh'un gemisi bir dağa ulaştı. Tüm inananlar ve masum hayvanlar gemiden karaya çıktılar. Bundan dolayı Nuh Peygamber ikinci Adem olarak anılır. Çünkü onun sayesinde dünyada yeni bir huzur,yeni bir hayat başladı.

 
 

HUD ve AD KAVMİ

 
 

Tufandan kurtulan Nuh ve diğer inananların hepsi de iyi insanlardı. Fakat yıllar sonra gelen yeni nesiller babalarının ve dedelerinin uğradıkları cezayı unutmuşlardı. Ad milleti diye adlandırılan bu insanlar çok zengindiler. Yüksek binalarda yaşıyorlardı.
Kendilerine çok güzel şehirler yapmışlardı. Ancak Allah'ı unutmuşlardı. Kendi yaptıkları heykellere tapıyorlardı. Bunun üzerine Allah bir başka Peygamber gönderdi. Hud , onları puta değil ualnızca Allah'a ibadete çağırdı. Yaptıkları kötülükleri bırakmalarını , yeniden inanan ve iyi birer insan olmalarını öğütledi. Onlara şöyle seslendi:
-Ben Allah'ın bir elçisiyim. Size beni O gönderdi. Tufanda kötülerin nasıl cezalandırıldığını unutmayın. Onlar da sizin gibi Allah' ın emirlerine uymadılar, cezalarını çektiler, dedi.
Hud'un bu sözlerine Ad milleti çok kızmıştı.
-Sen bize akıl mı veriyorsun? Biz dedelerimizin taptığı taşlardan asla dönmeyiz. Asla senin dediklerini yapmayacağız. Biz Allah' ın cezasından korkmayız. Sen bizi korkutamazsın, varsın bizi Allah cezalendırsın, diye küstah küstah karşılık verdiler.
Onların bu küstah tavırları karşısında Hud şöyle seslendi:
-Ey milletim, sizi yaratan Allah elbette sizden daha güçlüdür. Çünkü size gücünüzü veren de O'dur. Verdiği gücü birgün almasını da bilir. Size de belalar, cezalar gönderir.
Bu sözler üzerine Ad milleti daha da küstahlaşarak şöyle dediler:
-Ey Hud, hadi Rabbine git söyle, bela göndersin bakalım.
Hud bu inançsızların asla yola gelmeyeceğini anlamıştı. Onların içinde yaşadıkları zenginlik kalplerini karartmıştı. Kendilerini hiçbir kuvvetin yenemeyeceğini zannediyorlardı. Hud, Allah'tan kendisine karşı yardımcı olması için dua etti. Çünkü onlar inkar ediyorlardı.
Bundan sonra Allah Ad milletinin yağmurunu kesiverdi. Artık bir damla yağmur düşmüyordu, her yer kurumuştu. Kuyularda, çeşmelerde bile su kalmamıştı.
Hemen taşlarına koştular ve su vermesi için yalvardılar.
Hud onlara:
-Ey milletim imana gelin. Allah size o zaman yağmur verir, dedi. Onlar ise şöyle dediler:
-Bize birazdan taşlarımız yağmur verecek.
Bir gün gökyüzünde kapkara bir bulut gönderdi. Çok sevindiler:
-Görüyor musunuz. Kara yağmur bulutunu. Taşlarımız duamızı kabul etti, şimdi yağmur yağacak, bahçeler çeşmeler su dolacak, diye bağrıştılar.
Onlardan bir kısmı 
- Bak ey Hud, biz ilahlarımızdan istedik bulut geldi, senin ilahın nerede?
Bir gurup inançsız da putların önünde şarkı söylüyor dans ediyorlardı. Onlar böyle sevinç içindeyken birden bir gökgürültüsü koptu. Bir fırtına başladı. Ağaçlar bile kökünden kopuyordu. Ortaklık birbirine karıştı. Çok soğuk bir rüzgar esiyordu. Bu rüzgar kafirlerin derilerini bile kurutuyordu. Tam 8 gün 8 gece rüzgar furmadı. İnsanların ve hayvanların hepsi öldü. Bütün topraklar yerle bir oldu, binalar yıkıldı.
Sadece Allah'a iman edenler kurtulmuşlardı.

 
 

SALİH ve SEMUD KAVMİ

 
 

Ad milletinin yerini Semud milleti almıştı. Semud'da Ad'ın izlediği yoldaydı.
Semudlar becerilikte Ad milletininden ileri geçmişlerdi. Kayalık dağlardan evler yapmışlar, evlerinin önlerini kabartmalarla süslemişlerdi.
Taş parçaları sanki onların elinde birer hamur gibi oluyordu. Onların yaşadıkları yere gelenler hayret ediyorlardı. Büyük saraylar, saray duvarlarında canlı gibi duran süslemeler. Esasen Allah onlara bütün nimetleri sunmuştu. Gökten onlara yağmur vermiş, yerden bereketli ağaçlar yeşertmişti. Yiyecekten yana sıkıntıları yoktu. Fakat tüm bu nimetler karşısında Allah'a şükür etmeleri gerektirken onlar, Allahın varlığını unutmuşlar, gurur içine dalmışlardı.
-Bizden daha güçlü, daha büyük olan mı var, diye gururlanıyorlardı.
Sanki hiç ölmeyeceklermiş gibi geziyorlardı.
Nuh'un milletinin, vadide olduğundan dolayı selde boğulduğu , Ad milletinin ise evleri dayanıksız olduğundan öldüklerine inanıyorlardı. Onlar evlerini kayalara yaptıklarından kendilerini güvencede sanıyorlardı. Kötülük içinde olmalarına rağmen, bir adım daha ileri gittiler. Putlar yapıp onlara tapmaya başladılar. Nuh soyunun ve Ad kavminin yaptığı gibi, taşlardan kendilerinin yaptıkları putlara köle olmuşlardı.
Allah onlara rahat ve huzur vermişti ama onlar böyle davranmakla kendi kendilerini küçültmüşlerdi. Bu da yetmezmiş gibi bütün insanoğlunun şerefini de düşürmüşlerdi.
Yüce Allah insanlara haksızlık yapmaz, haksızlığı yapan insanoğlunun kendisidir.
Semut milleti de kendilerini küçültmüşlerdi. Üstün yaratılan insan kendini alçaltarak taşların önünde secdeye mi kapanmalıydı? Allah bunun üzerine Semudlara bir elçi göndermeye karar verdi. Ve Semud milletine Salih Peygamberi gönderdi. Salih Peygamber Semud milletine mensup asil bir insandı. Onlar gibi değil, tersine doğruluk ve ilmin güneşiydi.
Onu görenler:
-İşte bu Salih var ya, yakında yüksek bir yere gelecek, diye aralarında konuşurlardı.
Babası da oğlunun beceri ve doğruluğu sayesinde toplumda zengin olacağını düşünüyordu. Ama Allah Salih'e şereflerin en büyüğü olan Peygamberliği nasip etti. Çünkü Salih'in görevi halkı karanlıktan aydınlığa ulaştırmaktı. Salih kendisine verilen bu görevi yapmak için önce yakınlarına seslendi:
-Hepiniz geliniz Allah'a ibadet ediniz.
Halkın zengin bir kısmı, her yerde olduğu gibi, Salih Peygamber'in bu sözlerine kızdılar ve ona:
-Zavallı adam, hiç o Peygamber mi olurmuş? Onun bir şatosu, bir bahçesi bile yok.
Ancak bazıları da yola gelerek Salih Peygamber'in dediklerine katılıyorlardı. Bunun üzerine halk arasında Salih aleyhinde kışkırtma kampanyalarına başladılar:
-Ey millet bu adamın hiçbir özelliği yoktur. Siz hiçbir özelliği olmayan birine uyarsanız kaybedersiniz. Bu adam size ölünce tekrar dirileceksiniz diyor, inanmayın.
Salih Peygamber onların bu kışkırtmalarına aldırmadan tebliğine devam ediyordu. Ama o ne zaman konuşsa şöyle diyorlardı:
-Ey Salih, daha düne kadar akıllı mantıklı şeyler konuşan sana ne oldu böyle? Biz sana umut bağladık, içimizde yükseleceksin zannettik ama sen zenginlik yerine günden güne fakir düştün.
Onların bütün bu alaylarına rağmen Salih halkı için beslediği iyiniyetini sona erdirmedi. Onları yine Allah yoluna çağırmaya devam etti.
-Kardeşlerim, sonsuza kadar bu güzel evlerde, bu saraylarda oturacağınızı mı sanıyorsunuz? Sonsuza kadar bu ağaçlardani meyvalardan beslenecek misiniz?
Bu dünyada sonsuza kadar mı kalacaksınız? Eğer böyle düşünüyorsanız, neden babalarınız dedeleriniz şimdi yaşamıyor? Neden öldüler? Onlar da sizin gibi bu evlerde yaşamışlardı. İşte biliniz ki bütün bunlar onları ölümden kurtaramadı. Siz neden kaçıyorsunuz? Neden korkuyorsunuz? Ben size Allah'ın emirlerini söylüyorum. Niye bana inanmıyorsunuz? Neden taşlara, putlara inanıyorsunuz? Salih'in bu anlattıklarını dinleyenler:
-Sen de bizim gibi insansın. Bize bir delil göster de görelim, dediler.
-Nasıl bir delil istiyorsunuz?
-Eğer doğru söylüyorsan şu kayalardan gebe bir dişi deve çıkar bakalım, çıkarabiliyor musun?
Bu istek çok garip bir istekti. Bir dişi deve olmadan develer çoğalamazlardı. Hiç bir deve kayalardan çoğalamazdı. Ama Salih'in inancı tamdı. O, Allah'a güveniyordu. Herşey Allah'ın elindeydi.
Salih Allah'a yalvardı. Ve inanılmaz olay gerçekleşti. Herkesin gözleri önünde gebe bir dişi deve yarılan kayaların arkasından çıkıverdi.
Ve yine herkesin gözleri önünde gebe deveden bir deve yavrusu doğdu. Herkes korkudan ve şaşkınlıktan donakalmıştı.
Salih:
-İşte bu, Allah'ın işaretlerinden birisidir. Bu deveye iyi bakın ona kötülük yapmayın. Yoksa çok kötü bir cezaya çarpılırsınız.
Bu dişi deve çok özel bir hayvandı. Çok büyük bir görünüşü vardı. Diğer sığırlar, o su içmeye geldiğinde ürküp kaçıyorlardı.
Salih halkına şöyle seslendi:
- Su içmeleri konusunda bu deveye ayrı bir gün, sığırlara da ayrı bir gün verin böylece hepsi sularını içerler, dedi.
Sorun çözülmüştü. Ancak Semudun gururu yerle bir olmuştu. Kendilerince deveden kurtulmak için çareler düşünmeye başladılar.
Salih kendilerini uyardığı halde birgün deveyi öldürdüler.
Salih bu duruma çok üzüldü. Çünkü biliyordu ki Allah'ın azabı Semud milletini yok edecekti. Onlara seslendi:
-Üç gün yiyin, için, eğlenin. Çünkü üç gün sonra Allah'ın azabından kurtulamayacaksınız.
Ve nihayet beklenen gün gelmişti. Günün ilk saatlerinde şiddetli bir ses duyuldu. Kuvvetli bir deprem oldu. Yer yerinden oynadı. Salih ve ona inananlar dışında bütün Semud milleti aynı anda ölmüşler, şehirleri toprak yığını haline gelmişti.
Artık bir zamanlar gururla içinde dolaştıkları şehir onlara mezar olmuştu. Çağlar sonra Peygamberimiz Semud milletinin harabelerinden geçerken yanındakilere şöyle buyurdu:
-Kendilerini mahveden bu insanların harebelerine girmeyin. Onların kaderleriyle başbaşa kalmak düşüncesiyle korkabilirsiniz.

 
 

Hz. Yunus ve Balık

 
 

Kalem Suresin'de anlatılan Yunus'un Hikayesi; bütün ümidlerin kesildiği, karanlığın hakim olduğu, yolların tıkandığı bir zamanda Allah'ın kudretini insanlığa göstermek için verilmiş güzel bir örnektir.Yüce Allah Yunus Peygamber'i Ninova isimli kente göndermişti. Bu şehrin insanları Yunus Peygamber'in davetini kabul etmediler. Yunus Peygamber bu kabul etmeyişi karşısında onlara kızarak şehirden ayrıldı. Şehirden ayrılmadan önce onları Allah'ın azabı ile korkutup Peygamberlik mucizelerinden bazılarını göstermişti.
Ninova halkı Yunus Peygamber gidince yaptıkları hatayı anladılar. Allah'ın azabından kurtulmak için Yüce Allah'a yalvardılar. Böylece Allah onları affetti.
Bu konuda Allah şöyle buyurdu:
-Keşke azabı gördükten sonra inanıp da, inanması kendisine fayda veren bir memleket olsaydı. Yalnız Yunus'un milleti azap kendilerine gelmeden önce imana gelince dünyada rezilliği gerektiren azabı onlardan kaldırmış ve onları bir süre daha yaşatmıştık.
Yunus Peygamber Allah'tan bir izin almadan şehirden uzaklaşmıştı. Gidip bir gemiye binmişti. Fakat Allah'ın hikmeti gereği gemi batma tehlikesi geçirdi. Gemidekiler, içimizde tanımadığımız birisi var onun yüzünden gemimiz batıyor deyip bu yabancıyı tayin etmek için kura çektiler. Yine Allah'ın takdiri gereği kur'a Yunus Peygamber'e çıkmıştı. Fakat onu denize atmak istemiyorlardı. Yine kur'a çektiler, yine Yunus çıkmıştı. Bir daha çektiler, yine Yunus.. Hep O çıkıyordu.
Bunun üzerine Yunus Peygamber kalktı, elbisesini çıkarıp denize atlatıverdi. Yüce Allah, onun üzerine bir balık gönderdi. Bu balık Yunus Peygamberi yutuverdi. Allah, balığa Yunus'un vucuduna birşey olmaması için emretmişti.
Yunus Peygamber balığın karnındaydı. Tam bir karanlıktı. Kurtuluş çok uzaktaydı. Allah'ın belirlediği süre kadar orada karanlıklar içinde kaldı.
Sonra Allah karanlıkları dağıtan rahmet müjdesini indirdi. 
Yüce Allah bunu bize şöyle anlatıyor:
"Balık sahibi Yunus'u hatırla. Hani o, dinini kabul etmeyen millete öfkelenerek gitmişti de kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı. derken yutulduğu nalığın karnında karanlıklar içinde Rabbim, senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. gerçekten ben sana haksızlık edenlerden oldum, diye dua etmişti. Biz de duasını kabul ettik. Kendisini kederlerden kurtardık. İşte biz müslümanları böyle kurtarırız."
Böylece Yunus Peygamber tövbe ile kurtuluşa ermiş, karanlıklardan yeniden ilahi aydınlığa kavuşmuştu."

 
 

İBRAHİM ve NEMRUT

 
 

Çok eski zamanlarda , bir kasabada Azer isminde bir adam yaşıyordu. Adamın bütün işi taştan, tahtadan heykeller, putlar yapıp satmaktı.
Bu kasabada putların saklandığı büyük bir ev vardı. Kasabada oturanlar buradaki putlara taparlar, önlerinde eğilirlerdi. Azer de bu putlara inanırdı.
Azer'in çok akıllı bir oğlu vardı. Adı İbrahim'di. İnsanların putların önünde eğilmesine çok şaşıyordu. Çünkü putlar taştan, tahtadan , konuşmayan cansız varlıklardı. Üstlerine konan sinekleri bile kovalamayan bu taş yığınlarından insanlara ne fayda, ne de zarar gelebilirdi.
İbrahim kendi kendine:
- Neden insanlar bu cansız putlara taparlar ki? diyordu.
İbrahim bunları düşünürken babasının düşüncelerini de soruyordu:
- Baba, neden bu putlara tapıyorsunuz? Onlar konuşmuyorlar ki, neden onlara yiyecek veriyorsunuz? Neden onları tanrı ediniyor sunuz?
Oğlunun bu konuşmaları Azer'i kızdırmıştı. Bu kızgınlıkla onu evlatlıktan reddetti ve evinden kovdu.
Bunun üzerine İbrahim, öteki insanlarla da aynı konuları konuşmaya başladı. Ama onlar da sinirlendiler. Dışardaki putlar onların kafalarının içini de taş yığını haline getirmişti.
Onların yokluğunda bir gün bu putları kırarak bir ders vermeyi İbrahim planlamıştı. Bunu yapmakta putların acizliğini ispatlayacaktı.
Bir bayram gününde herkes kırlara, pikniğe giderken İbrahim'i de çağırdılar. Fakat O:
-Ben biraz rahatsızım, dedi ve gitmedi.
Ve hemen putların olduğu eve koştu. Onlara şöyle bağırdı:
-Ne yapıyorsunuz? Hadi işte yiyecekler, içecekler. Neden yemiyor sunuz?
Ve İbrahim eline bir balta aldı, en büyük put hariç bütün putları kırıverdi. En büyüğünü özellikle bırakmıştı. Sonra baltayı onun boynuna astı ve oradan ayrıldı.
Bayram festivali dönüşünde halk tapınağa geldi. Bir de ne görsünler, bütün putlar kırılmış, büyük putun boynunda da bir balta asılı.
İbrahim'in putlarını kötülediğini bildiklerinden hemen onu yakaladılar.
-Bizim ilahlarımızı sen mi kırdın?
-Hayır, dedi İbrahim. Ben yapmadım, bakın işte bu büyük put kırmış onları.
İbrahim'in cevabı üzerine:
-Biliyorsun ki heykeller konuşmaz?
-Eee, o zaman neden bunlara tapıyorsunuz?
Hiç kimse cevap veremedi, susup kaldılar.
İbrahim'in yaşadığı yeri yöneten kral ise, Nemrud adında çok zalim bir kişiydi. İbrahim'in putlara karşı savaş açtığını ve insanları tek Allah'a inanmaya çağırdığını duyunca çok kızdı ve hemen İbrahim'i çağırttı. İbrahim Kral'ın karşısına çıktı ama yüreğinde hiçbir korku yoktu.
Kral sordu:
-İbrahim senin Rabbin kim?
-Allah
-Allah da kim?
-O hayat veren ve hayatı bizden alandır.
-Ama, ben de bunu yapmıyor muyum? dedi Kral.
Ve bunu söyledikten sonra iki mahkum çağırttı. Birini öldürdü, birini de serbest bıraktı. Sonra da İbrahim'e:
-Bak işte, birine hayat verdim, birinin canını aldım, dedi.
Bu kral'ın hilesini anladı İbrahim. dedi ki:
-Ey Kral, Allah güneşi doğudan doğuruyor, sen de batıdan güneşi doğdur da göreyim!
Kral bu cevap karşısında donup kalmıştı:
-Sana öyle bir ceza vereceğim ki, seni öldüreceğim dedi.
Büyük bir ateş hazırlattı ve o ateşin içine İbrahim'i attırdı. Fakat Allah bütün inananları koruduğu gibi İbrahim'i de korudu.
O yakıcı ateş, İbrahim'e güzel bir bahçe oluvermişti. Herkes bu büyük mucizeyi hayretler içinde gördü. İbrahim, kendisine bunca kötülüğü yapan bu yerde daha fazla durmanın gereksiz olduğunu düşündü ve Allah'tan gelen bir emirle oradan ayrıldı.

 
 

İBRAHİM ve İSMAİL

 
 

İbrahim karısı Hacer'i de alarak Mekke'ye doğru yola çıkmıştı. Mekke o zamanlar hiçbir hayat izi olmayan, bir kuyu, bir dere bile bulunmayan çöl parçasıydı. Buraya geldiklerinde İbrahim, karısı Hacer ve oğlu İsmail'le beraber bu verimsiz topraklar üzerine yerleştiler.İbrahim, çevrede daha iyi bir yerleşim alanı bulmak için oradan ayrıldı.
Fakat kısa bir süre sonra Küçük İsmail susamıştı. Annesi bütün Mekke etrafını dolaştı bir damla su yoktu. Kara kara düşünüyordu. Nasıl su bulabilirdi.
Panik içinde su bulma ümidiyle oradan oraya koştu durdu. Merve'den Safa'ya, Safa tepesinden Merve tepesine su aradı.
Ancak, Allah Hacer'in ve oğlunun yardımına koşmuştu. İsmail'in yattığı yerden sular fışkırmaya başlamıştı. Hacer ve İsmail bu çıkan sudan kana kana içtiler. Su hiç tükenmedi. İşte bu su o zamandan günümüze zemzem suyu olarak isimlendirildi. Allah bütün rahmetini bu kuyuya ihsan etmişti. Ve o suyu bereketli kılmıştı. Zemzem, hac zamanında hacıların su içtikleri bir kuyudur. Hacılar evlerine dönerken de bu sudan getirirler. Allah'ın hediyesini hatırlarlar.
Bir zaman sonra İbrahim, karısı ve oğluyla beraber yaşamak üzere Mekke'ye dönmüştü. İsmail babasını görünce çok sevinmişti. İbrahim de oğlunu çok seviyordu.
Bir gece İbrahim rüyasında, çok sevdiği oğlunu Allah için kurban edip kestiğini gördü. İbrahim bir Peygamberdi. Aynı rüyayı defalarca görünce rüyada gördüğü bu emri uygulamaya karar verdi. Çünkü en sevdiği şeyin oğlu olduğunu anlamıştı. Ancak İsmail'in buna razı olması gerekiyordu.
Ona şöyle seslendi.
-Bak oğlum, ben rüyamda seni Allah'a kurban ettim, bu ne demek?
- Babacığım ben Allah'a kurban olayım, nasıl bilirsen öyle yap.
İbrahim oğlu ile beraber Mina tepesine gitti. İsmail babası onu kurban etsin diye yere uzandı. Allah onların sadakatını ispatlaması için süre tanımıştı. Bunu görünce İbrahim'in elindeki bıcağın keskinliğini giderdi. Onlara gönderdiği bir koyunu kurban ettiler. Biz müslümanlarda her yıl bu kurban geleneğini sürdürürüz.
İbrahim bir yolculuğa çıktı. Döndüğünde dua edeceği bir ev yapmaya karar verdi. İsmail de bu evin yapımında babası ile birlikte çalıştı. Bu sırada şöyle dua ediyorlardı.
"Allahım sen herşeyi işitensin ve bilensin, bu yaptığımız hizmeti kabul et."
Allah da dualarını kabul etti. Kabe biçiminde (kare şeklinde) bina edilen bu evi mutsal kıldı. Namaz kılarken yüzümüzü, dünyanın neresinde olursak olalım bu kutsal eve çeviririz. Hac zamanı burası tüm dünyanın dörtbir yanından gelen hacılar tarafından ziyaret edilir.
İbrahim'in diğer eşi Sara'dan da İshak adında bir oğlu doğdu. Onunlada Kudus'de Mescidi Aksa'yı bina ettiler.
Allah, İsmail'in çocuklarını da ,İshak'ın çocuklarını da bereket verdi. İshak'ın oğullarından Yakub Peygamberin 12 oğlu vardı, en küçükleri olan Yusuf'u da Allah Peygamber yaptı.

 
 

MUSA VE FİR'AVN

 
 

Yakub Peygamber'in ve Yusuf Peygamber'in vefatlarından sonra Mısır, zalim kralların eline geçmişti. Bu krallara Firavun adı veriliyordu. Mısır'a Kenan ilinden gelip yerleşen İsrailoğulları da rtık sıradan insan olmuşlardı. Fir'avunlar Mısır'a sonradan yerleşen bu insanlara çok kızıyorlardı.Firavun İsrailoğullarına hiç merhamet etmezdi.Kendi milleti olan Kıptileri onlardan üstün görürdü.
Firavun İsrailoğullarını bir hayvan gibi çalıştırır ancak ölmeyecek kadar yiyecek verirdi. Onların biricik tanrısı olmak isterdi. Mallarına, saraylarına güvenir, "Mısır benimdir, bu nehirleri ben akıtıyorum" diye böbürlenirdi. Halkı kendisine köle yapmıştı. Halkta onun sözünden dışarı çıkamıyorlardı.
Allah'a inanan israiloğulları bundan rahatsızdı. Bir gün bir kahin Fir'avn'a şöyle dedi:
- İsrailoğullarından bir çocuk senin tahtını yıkacak.
Fir'avun deliye dönmüştü. Askerlerine ülkede İsrailoğullarından ne kadar erkek çocuk varsa öldürmelerini emretti.
Askerler de Mısır'a dağıldılar. Her yeri araştırdılar. İsrailoğullarından bir çocuğa rastladılar mı hemen öldürüyorlardı. Anne babalarının gözleri önünde binlerce çocuk öldürülmüştü. Artık İsrailoğullarında erkek çocuk doğunca ana baba yas tutuyordu.
Kurban bayramında nasıl koyunlar kesiliyorsa, bir günde İsrailoğullarından binlerce çocuk öldürülüyordu. Kur'an böyle haber veriyor:
" Gerçekten Fir'avun dünyada insanları gruplara bölüp onlardan bir grubu kendisine bağlamıştı. Onlardan bir topluluğu ezmek isteyerek oğullarını boğazlatıyor ve kadınlarını hayatta bırakıyordu. O gerçekten bir bozguncuydu."
Fakat Allah Fir'avun'un korktuğunu başına getirdi. Fir'avunun tahtını yıkacak çocuk doğmuştu.
Fir'avunun askerlerinin sıkı kontrollerine rağmen Musa doğmuş ve üç ay hayatını sürdürmüştü. Ancak, annesi her an yakalanmaktan korkuyordu.
Anne yavrusunu nereye gizleyeceğini bilemiyordu. Askerlerin karga gibi gözleri, karınca gibi burunları vardı. Tam bu esnada Allah, annenin kalbine bir ilham verdi: "Çocuğu bir santığa koy, Nil nehrine bırak" dedi.
O da Allah'ın kendisine emrettiği gibi yaptı. Güzel yavrsunu bir sandığa bırakıp Nil'e koyverdi. Firavunun Nil kıyısında birçok sarayları vardı. Bir saraydan öbürüne geçer, Nil kıyısında sefa sürerdi.
Birgün Nil kıyısında oturmuş nehre bakıyordu. Yanında Mısır kraliçesi vardı. Kralla beraber Nil negrini seyrediyorlardı.
Kraliçe birden nehirde yüzen sandığı gördü. Krala seslendi:
-Bak, bak şu sandığı görüyor musun?
- Sandık nehirde ne arasın bir ağaç parçasıdır o..
-Hayır hayır, o bir sandık.
Sandık kıyıya iyice yaklaşmıştı. Kral hizmetcilerine emretti ve sandığı sudan çıkardılar.
Sandık açıldığında içinde gülümseyen bir çocuk çıkmıştı. Firavun hayretler içinde çocuğa baktı.
Kraliçe çocuğu görür görmez sevmişti. Fir'avuna şöyle seslendi:
-İşte sane nehirden bir göz bebeği, onu öldürme. Biz onu evlat edinelim.
Böylece Musa, Firavunun sarayına girmişti. Bütün düşmanlıklarına rağmen Firavunun sarayında büyüdü. Allah istemişti ki Firavun düşmanını kendisi büyütsün ve o çocuk da bu zalim hükümdarın tahtını yerle bir etsin...
Bu güzel çocuk sarayın tek eğlencesi olmuştu. Herkes onu seviyordu. Çünkü Firavunun karısı onu seviyordu. Kraliçe onu sevdikten sonra kim ne diyebilirdi ki?
Kraliçe çocuğu emzirecek bir süt anne aradı. Fakat çocuk, gelen süt anneyi kabul etmedi. Kimi getirdilerse ağlıyor, istemiyordu. Birkaç gün geçmesine rağmen hiç bir süt anneyi kabul etmemişti.
Bir gün Musa'nın annesi ablasına:
-Ey kızım git araştır bakalım Musa'dan bir haber var mı? dedi.
Musa'nın ablası kardeşini aramaya çıktı. Halkın içine vardığında sarayda bir çocuk olduğunu duydu. Halk birbiri arasında saraydaki çocuğun hiçbir süt annenin sütünü istemediğini anlatıyordu.
Musa'nın ablası sarayın hizmetçilerine koştu:
- Benim tandığım bir kadın var. Bu çocuk onun sütünü ister, isterseniz çağırın bir deneyin,dedi.
Haber Kraliçeye ulaştığında Kraliçe emir verdi:
-Hemen o kadını buraya getirin.
Sonunda Musa'nın annesi geldi. Bir hizmetçi getirip Musa'yı onun kucağına verdi. Çocuk hemen annesini emmeye başladı. Çünkü o annesiydi. Kraliçe de saraydakiler de şaşıp kaldılar. Firavun şüphelendi:
-Çocuk neden bu kadını kabul etti, yoksa bu onun annesi mi?
Musa'nın annesi:
-Efendim ben iyi bir kadınım, bunun annesi değilim, ben bunu tanımam, bilmem, diyerek Firavunu inandırdı.
Böylece çocuğu büyütmek üzere annesine verdiler. Musa'nın annesi sevinç içinde Musa ile birlikte eve döndü. Emme zamanı bitince onu tekrar saraya götürdü. Musa bir hükümdar oğlu gibi sarayda büyümüştü.
Fakat o Allah'ın kendisine verdiği ilim ile donanmıştı. O, zalimleri sevmez, onlardan nefret duyardı. Zayıfları, düşkünleri sever, onları korurdu. Çünkü bütün Peygamberler böyledir.
Birgün Musa çarşıya çıkmıştı. Orada kavga eden iki kişi gördü. Birisi İsrailoğullarından, diğeri de Kıptilerdendi. İsrailoğullarından olan Musa'dan yardım istedi. Ve Kıptıyi ona şikayet etti. Musa kızmıştı. Haksız olan Kptıye ders vermek için bir tokat vurdu. Kıptı yere düştü. Musa O'nun ölmesine çok üzüldü. Bu işi şeytan'dan bildi. Allah'a kendisini affetmesi için yalvardı. Allah da Musa'yı affettti. Çünkü öldürmek niyetinde değildi.Ancak Musa, askerlerin kendisini yakalamalarından çekiniyordu. Böylece bir gün geçti. Yine çarşıda iken , aynı İsrailoğulları'nın bir başka Kıptı ile kavgasını gördü. Dün yaptığından utanmayıp yine Musa'ya "bana yardım et" diye koştu. Musa ona:
-Muhakkak sen alçak birisin, sürekli halkla kavga edecek ve benden yardım mı isteyeceksin?
Bunun üzerine İsrailli Musa'nın kızgınlığını ve o kızgınlıkla kendisini de öldüreceğini düşündü.
-Ey Musa, dün birini öldürmüştün, beni de mi öldüreceksin, diye küstah küstah konuştu.
Böylece kavgaya tutultuğu Kıpti Musa'nın dün bir Kıpti'yi öldüren kişi olduğunu öğrenmişti. Kıpti hemen askerlere durumu haber verdi. Haber hemen Firavuna ulaştı.
"Sarayda büyütülüp, saray mülküyle beslenen genç mi bunu yapmış?"
Firavun aynen böyle demişti. Ancak Musa'nın kötü bir amacı yoktu. Allah onu bağışlamıştı.
Firavun ve veziri Musa'nın öldürülmesini emretti. Bunu öğrenen bir kişi Musa'ya durumu haber verdi.
Musa kendi kendine şöyle dua etti:
-"Rabbim, beni zalimlerden kurtar."
Musa nereye gidecekti. Bütün Mısır Firavunun elindeydi. Allah Musa'yı bir Arap yurdu olan Medyen'e gitmesini ilham etti. Firavun oraya ulaşamazdı.
Medyen, çöl ve çöl köylerden ibaretti. Orada ne Mısır'ın sarayları ne de geniş sokakları vardı. Ancak Medyen huzurlu bir yerdi. Çünkü Firavundan uzaktı. Firavun zulmunden uzak olduğu için mutlu bir yerdi.
Musa Mısır'dan gizlice çıkıp Medyen'e vardı. Ama o Medyen'de kimseyi tanımıyordu, kimse de onu tanımıyordu. Gece olunca nerede kalacaktı? Bütün bunları düşünüyor ama hiç ümitsizliğe düşmüyordu. Çünkü Yüce Allah'a sonsuz güveniyordu..
Bu düşünceler içinde giderken bir kuyu başına geldi. Orada kendi koyunlarını sulamak için diğer insanların koyunlarını sulamasını bekleyen iki kıza rastladı.
Musa onlara:
- Neden koyunlarınızı sulamıyorsunuz? diye seslendi.
Onlar şu karşılığı verdiler:
-Şu insanlar sulasın diye bekliyoruz. Babamız gelip sulamıyamıyor, çünkü o ihtiyarladı.
Musa bunun üzerine onların koyunlarını alıp kuyudan suladı. Onlar da koyunlarını alıp gittiler.
Kızlar evlerine gidince babaları şaşırmıştı. Çünkü erken dönmüşlerdi. Kızları:
-Babacığım bugün bir yardımsever insan bizim koyunlarımızı suladı, dediler.
0 iktiyar da bu yardımsever kişiyi bulup eve davet etmelerini söyledi. Kızlardan birisi gidip Musa'ya babasının dediklerini anlattı. Musa anlamıştı ki Allah kendisine yardım etmektedir. Hemen yola çıktı. İktiyarın evine vardığında başından geçenleri ona anlattı.
Yaşlı Adam Musa'yı dinledikten sonra:
"Korkma, artık zalimlerden kurtuldun" diye O'nu teselli etti.
Musa onların evlerinde bir evlatları gibi uzun yıllar kaldı. Yaşlı adam ona:
-Sana kızlarımdan birini nikahlamak istiyorum, dedi. 8-10 tıl onlarla kalmasını istedi. Musa tekliflerini kabul etti. Bunda da bir hayr vardı.

 
 

Hz.MUSA'NIN GÖREVİ

 
 

Musa anlaştıkları süreyi tamamladı. Hanımıyla yola çıktı.
Yolda ilerlerken bir vadiye gelmişlerdi. Orada bir ateş parçası gördü. Bunun kendisine gösterilen bir işaret olduğunu anlayıp oraya doğru ilerledi. O sırada kendisine Yüce Allah seslendi:

-Ey Musa, ben senin Rabbınım. Ben seni Peygamberliğe seçtim, şimdi sana bildireceklerimi dinle. Benden başka ilah yoktur. Bana ibadet et. Benim için namaz kıl. Bil ki, kesin olarak anla ki, Kıyamet bir gün gelecektir.
Musa'nın elinde taşıdığı bir asası vardı.
Yüce Allah kendisine:
-Ey Musa, asanı yere bırak, dedi.
Musa asasını yere bırakınca asa o anda canlanıp yürümeye başlamıştı.
Yüce Allah:
-Onu tut korkma, onu eski haline çevireceğiz, buyurdu.
Allah bütün Peygamberlere verdiği gibi Musa'ya da bir mucize vermişti. Ve şimdi bir mucize daha veriyordu. O da elinin bembeyaz olmasıydı.
-Ey Musa, elini koynuna koy, kusursuz olarak bembeyaz çıksın.
Musa, Firavuna karşı savaşına başlıyordu. Çünkü Firavun yeryüzünde bozgunculuk çıkarmıştı.. Allah'a kullek etmeyen Firavun, İsrailoğullarının düşmanıydı. Onları eziyor, kötü davranıyordu.
Musa Mısır'a nasıl gidecekti?
-Ey Allah'ım, beni Mısır'da yalanlamalarından korkuyorum, onun için kardeşim Harun'a da Peygamberlik ver, diye yalvardı.
Yüce Allah şöyle buyurdu:
-İkiniz de mucizelerinizle gidiniz ve o Firavuna deyiniz ki; biz Alemlerin yaratıcısı olan Allah'ın elçileriyiz. İsrailoğullarını bizimle beraber bırak.. Ve ona yumuşak sözler söyleyin bakarsınız ki sizin öğütlerinizi dinler veya sizden korkar..
Musa ve kardeşi Harun, Firavuna geldiler. Yanına gidip onu Allah'a kul olmaya çağırdılar. Dünyanın bütün firavunları gibi zorba olan Firavun, Musa'nın bu davetine kızmıştı:
-Ey delikanlı, sen kim oluyorsun da bana öğüt veriyorsun, sen benim denizden çıkardığım çocuk değil misin? Seni ben büyütmedim mi? Oysa sen bir Kıptı'yi öldürdün, sen bir nankörsün.
Musa Firavuna kızmadı. Sakin sakin şöyle cevap verdi:
-Ey Firavun, sen beni büyüttüğünü başıma kakıyorsun ama senin eline nasıl düştüğüme bakmıyorsun. Senin yaptığın zalimliklerin yanında beni büyütmen nedir ki! Sen bütün insanlara ve hatta hayvanlara bile kötü davranıyorsun. Senin taptığın iyilik aslında İsrailoğullarını köle haline getirmek içindi.
Firavun bu sözler karşısında cevap veremedi.
-Ey Musa senin anlattığın Alemlerin Rabbi kimmiş? dedi.
Musa:
-Göklerin, yerlerin tek sahibidir, dedi. Sonra sözlerine şöyle devam etti:
-Rabbim hata etmez ve unutmaz. O sizin için dünyayı bir döşek yaptı, orada sizin için yollar açtı ve gökten yağmuru indirdi.
Firavun şaşırıp kalmıştı. Öfke ile şöyle seslendi:
-Eğer benden başka tanrı edinirsen seni zindana atarım.
Musa:
-Ben sana kesin bir delil getirsem bile beni yine zindana mı atarsın? dedi.
Firavun:
- Eğer sen doğru söylüyorsan getir bakalım delilini, dedi.
Musa, asasını yere bıraktı, o zaman asa büyük bir ejderha oluverdi. Bir de elini koynundan öıkardı. Eli ortalığı aydınlatan bir beyazlık olmuştu.
Firavun:
-İşte bakın bu adam bir büyücüdür, dedi.
Musa:
-Siz hak gelince böyle mi dersiniz? Bu yaptığım size sihir geldi. Ama bilin ki sihirbazlara kurtuluş yoktur.
Firavunun yardımcıları, ona bütün sihirbazları toplamasını ve onlarla beraber Musa'yı yenmesini söylediler.
Ve halka ilan edildi. Ülkede ne kadar sihirbaz varsa toplandı. Halk oluk oluk sihirbazların Hz. Musa ile karşılaşacağı alana toplanıyorlardı. O güne kadar hep horgörülen İsrailoğulları da alana geldiler, onlar Musa'ya dua ediyorlardı.
Musa büyücülere:
- Haydi bakalım gösterin hünerlerinizi, dedi.
Büyücüler ellerindeki ipleri yere bırakınca bütün ipler yılan gibi gözükmüştü. Yüce Allah Musa'ya seslendi:
-Sen de elindekini yere bırak, onların yaptıklarını yutuversin. Onların yaptıkları bir büyücü hilesidir.
Bu emir üzerine Musa asasını bıraktı. Asa bütün yılanları yutuvermişti.
Hak, batılı yendi. Büyücüler bu mucizeyi görünce şaşırmışlar ve Musa'nın büyücü değil, Peygamber olduğunu anlamışlardı. Hemen hepsi secdeye kapandı ve:
-Biz, Alemlerin Rabbına ve Musa ile Harun'a inandık, dediler. Firavun öfkeden deliye dönmüştü. Çünkü yenilmişti.

 
 

FİRAVUNUN AZGINLIĞI

 
 

Artık Firavunun uykuları kaçmıştı. Hiçbirşeyden zevk duyamaz olmuştu. Bu öfke ve azgınlık içinde halkına şöyle seslendi:-Bırakın beni bu Musa'yı öldüreyim. O Rabbine yalvaradursun. Ben onun sizi yoldan çevirmeden korkuyorum.
Bunun üzerine Firavunuın ailesinden olan, ama iman sahibi birisi kalkıp Firavuna yürüdü:
-Siz, Rabbim Allah'tır diyen birini mi öldüreceksiniz? Neden Musa'ya saldırıp ona kendi haline bırakın, yolundan çekilin. Eğer o yalan söylüyorsa yalanı kendine. Yok eğer O Peygamberse, siz de ona işkence yaparsanız vay sizin halinize. Ey insanlar, malınıza, gücünüze, ordularınıza güvenmeyin.. Bugün herşey sizin olabilir ama Allah'ın azabı gelince sizi kim kurtarabilir?
Bu doğru sözler üzerine Firavun daha da kızmıştı:
- Ben kendi görüşümden başka doğru yol göremiyorum. Size doğru yolu ancak ben gösterebilirim, dedi.
Firavun ailesinden olan iman sahini kişi sözlerini şöyle sürdürdü:
-Biliyor musunuz Kıyamet günü nedir? O öyle bir gündür ki o günde insan kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden, oğullarından kaçar. O gün dostlar birbirine düşman olmuştur. Ancak inananlar ve inandığı gibi yaşayanlar hariç. O günde sizi Allah'ın azabından koruyacak olan da yoktur. Hem Allah kimi sapıklığa düşürürse artık ona doğru yol olmaz.
O iman sahibi insan toplanan halka bu nasihatlerle sesleniyordu. Ama hiç kimse söylenenlerden ders almıyordu.
Firavun insanları yönettiği gibi onların akıllarını da kendi denetimi altına almak isterdi.
Konuşmalara müdahale ettiği gibi kalplere de müdahale etmek isterdi. Mısır'ın bir uzak yerinde bir insan Musa'ya inansa Firavun deli olurdu.
-Ben izin vermeden o nasıl Musa'ya inanabilir! derdi.
Fakat Allah Firavun'a kendi sarayından bir mucize gösteriyordu. Firavunun hanımı Allah'a iman etmiş ve Firavunu inkar etmişti. Kocasının Mısır hükümdarı olmasına rağmen o Allah'a iman etmişti. Eğer Firavun bu durumu bilseydi ne yapabilirdi? Hiç?
Çünkü o dilleri susturabilir ama kalpleri asla susturamaz. Kadınlar kocalarının sözlerini dinlerler ama Allah'a isyan eden kimsenin hiçbir sözüne uyulmaz. Anne babasına iyilik etmek her insanın, her çocuğun görevidir ama Allah'a inanmazlarsa onlara bile itaat edilmez.
İşte Yüce Allah, Firavundan değil de kendisine iman eden bu kadından razı olmuştu.
Ancak, Firavun'a uyan halk onun İsrailoğullarına düşmanlığını biliyor ve hepsi İsrailoğullarına kötü davranıyorlardı. Çocuklar bile onlara saldırıyordu. Köpekleriyle üzerlerine koşuyorlardı. Hz. Musa ise:
-Allah'tan yardım isteyin, sabredin, diyordu.
İsrailoğulları artık herşeyden bıkmış ve Musa'ya:
-Sen bize hiçbir fayda getirmedin, bizden hiçbir zararı da defetmedin. Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da işkenceden kurtulamadık, demeye başlamışlardı. 
Ancak, herşeye rağmen Musa sabrını kaybetmiyordu. Bu esnada Allah, İsrailoğullarına Musa aracılığı ile şunu emretmişti:
-Evlerinizi namaz kılınacak yerler haline getirin ve namaz kılın.
Mısır geniş bir ülke olduğu halde artık İsrailoğullarına dar gelmeye başlamıştı. Zindanlarda her türlü işkenceyi tattıkları için MIsır'ın bolluklarında artık gözleri yoktu. Nihayet Allah Musa'ya, geceleyin İsrailoğullarıyla Mısır'dan çıkmaları emretti.
Bunu Firavun'un askerleri de öğrendiler. Hemen Firavuna gidip haber verdiler. Musa, geceleyin kendisine inananlarla birlikte yola çıktı. İlerlemeye başladılar ama nereye gideceklerdi? Musa , Kuzeye gittiklerini düşünüyorlardı ama ilahi kader onları doğuya götürmüştü. kendilerini Kızıldeniz'in önünde buluverdiler. herkes şaşırmıştı ama Musa'nın Rabbine olan imanı hiç sarsılmamıştı:
- Hayır, bilin ki Allah bizimle beraberdir, bize kurtuluşu gösterecektir.
Allah, Musa'ya asası ile denize vurmasını emretti. Asa denize dokununca birden mucize gerçekleşti. Deniz yarıldı. Sular bir dağ gibi iki yana yükseldi. Denizin içinde bir yol açılmıştı. Musa ve beraberindekiler emniyet içinde karşı sahile çıktılar. Firavun İsrailoğullarının denizin ortasından yürüyüp karşıya geçtiklerini görünce:
-Bakın bakın deniz benim emrimle iyiye ayrıldı, kaçanları şimdi yakalayacağız, diye talanlar savunuyordu.
Firavun ve ordusu ilerledi, denizin ortasına geldiklerinde koskoca deniz onları yutuverdi.
Firavun denizde çamur yığını içinde boğulmuştu. Binlerce insanın katili sonunda cezasını çekmişti. Firavunun ordusu da tamamen boğulmuştu.

 
 

ÇÖL ve İSRAİLOĞULLARININ NANKÖRLÜĞÜ

 
 

İsrailoğulları Musa Peygamberin önderliğinde kurtulmuşlardı. Bir çöle sığınmışlardı. Ancak çölde sıcak ve güneş vardı. Onları güneşten kim koruyacaktı? Elbette Allah. Gökyüzü bulutlarla kaplandı. İsrailoğulları çölde nereye gitseler bulutlar üzerlerinde onları takip ediyorlardı. Susayınca Musa'ya vardılar. Musa Rabbine dua etti. Ve asasını yere vurduğunda, yerden sular fışkırmaya başladı.
Açlıklarını gidermek için yine Musa'ya koştular ve Musa yine Allah'a yalvardı. Yüce Allah da onlar için kudret helvası ile bıldırcın kuşları gönderdi.
Fakat İsrailoğullarının ahlakları bozulmuştu. Hiç birşeye karar veremiyorlar, sürekli şikayet ediyorlardı. Verilen bunca nimete ise hiç şükür etmiyorlardı.
Artık onların bütün istekleri çölden çıkıp şehirde oturmak olmuştu. Allah onlara:
-Şu şehirde yerleşin ve onun ürünlerinden yiyin, "günahlarımızı bağışla" diye dua edin. O kapıdan secde ederek girin ki sizin suçlarınızı bağışlayalım. İyilik edenlere daha fazlasını vereceğiz.
Ama onlar bu ilahi emre kızmışlardı. Bunun üzerine Allah onlara veba hastalığı verdi. Bir kısmı fareler gibi ölüverdiler. İçlerinde bir de cinayet işlenmişti. Katilin kim olduğu bulunamayınca hemen yine Musa'ya koştular:
-Allah'a dua et de katili bize bildirsin, dediler.
Musa Rabbime dua edince, kendisine İsrailoğullarının bir ineği kurban etmesi gerektiği bildirilmişti.
İşte ne olduysa o zaman oldu. İsrailoğulları büsbütün nankörleşmişti. Hemen serzenişe başladılar:
-Ey Musa, bizimle alay ediyorsun galiba.
Musa:
-Ben cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım.
-Sen cahillerden değilsen bizim için Allah'a et de de şu ineğin nasıl bir şey olduğunu bize açıklasın." Bizim iöin Allah'a dua et de şu ineğin rengini bize açıklasın."
Bu saçma sapan soruların ardı arkası kesilmez olmuştu. Yine de Musa büyük bir sabırla ve elbet bir Paygamber sabrı ile sorulan sorulara Allah'tan gelen emirlerle cevap verdi. Daha sonra İsrailoğulları Allah'ın emrini yerine getirerek hayvanlar gibi yaşamaktan, insanca bir hayata geçmiş oldular.
Çölde mutlu bir hayat başlamıştı. Ancak aralarında doğru hüküm sağlayacak bir ilahi kanun gerekliydi.
İnsan ancak ilahi bir kanunu uygulamakla ve Allah'tan gelen ışıkla aydınlanmakla insanca taşamaya kavuşabilir.
Allah'tan bir nur olmadan bütün alem karanlıktadır. Bu nur ise Peygamberlerin gösterdiği çizgidir. Bu nurlu yolda olmayan kimse sapıklardandır. Yüce Allah, İsrailoğullarının - yoldan çıkan ümmetlerin başına gelenler gibi- belalara uğramamaları için onlara kanunlarını gönderdi. Bunun için Musa'ya 30 gün oruç tutup Sina dağına gelmesini emretti. O kutsal dağda kendisine Allah'ın kitaplarından olan ve şimdi ise Yahudiler tarafından değiştirilen Tevrat sunulacaktı.
Hiçbir toplum imamsız olamayacağı için, Musa da kardeşi Harun'u İsrailoğullarına imam tayin etti. Ve kendisi Sina dağına çıktı. Yüce Allah, Musa ile konuştu ve O'na Tevrat kitabını vahyetti.
 

 
 

SAMİRİ ve BUZAĞI

 
 

İsrailoğulları uzun bir süre müşriklerle beraber yaşamışlardı. Kıptiler Mısır'sa pek çok putlara tapıyorlardı. İsrailoğulları da bunları da o zaman görmekteydiler.
Musa'nın Tur dağına gitmesini fırsat bilen Samiri adında biri eski Mısır'daki putlar gibi bir putu İsrailoğullarına getirdi. Onlara:
- Bakın; sizin de, Musa'nın da taptığı işte budur. Fakat o bunu unutmak için Tur dağına gitti, dedi.
İsrailoğulları şeytanın da kandırmasıyla kısa sürede bütün herşeyi unutup yoldan çıktı. Hepsi bu puta, yani buzağıya tapar olmuşlardı. İmamları olan Harun ise onları vazgeçirmeye uğraşıyordu:
- Ey İsrailoğulları vazgeçin. Sizin Rabbiniz Allah'tır. Bana uyun. Emrime itaat edin.
Ancak, İsrailoğulları Samiri'nin sihrine kapılmışlardı. Buzağı sevgisi herşeyi unutturmuştu.
-Biz, Musa dönene kadar buzağıya tapacağız, dediler.
Allah, Musa'ya Samiri'nin İsrailoğullarını kandırdığını bildirdi. Musa üzüntü ile dönmüştü. Kardeşine çıkıştı:
-Ey Harun bu neden böyle oldu?
Harun söze başladı:
-İsrailoğulları beni zayıf gördü, beni öldüreceklerdi.
Bunun üzerine Hz. Musa:
-Ey Rabbim, dedi. beni ve kardeşimi bağışla. Sen şüphesiz merhamet edensin, dedi.
Sonra Samiri seslendi:
-Ey Samiri bu yaptığın nedir?
Samiri suçunu itiraf etti:
-Bunu bana nefsim doğru bir hareket olarak gösterdi, dedi.
Hz. Musa:
-Haydi defol, senin hayat boyunca bizimle işin yok, dedi.
Bir insan için yalnızlıktan büyük ceza olmazdı. Allah'ın mülkü olan dünyada insanları küfre çağıran kişiye dünya bir zindan yeri olmalıdır. Sonra o buzağı getirildi ve yakılarak yok edildi.

 
 

İSA MESİH'İN HİKAYESİ

 
 

Yüce Kitabımız Kur'an'ı Kerim'de Hz.İsa'nın hikayesi anlatılırken Allah'ın güçlü iradesi, kesin kudretini ve ince hikmeti insanlara gösterilir. Çünkü Hz.İsa'nın her işi ve hatta doğumu bile olağanüstü bir şeydi. Akıllar onun doğumunda alt üst olmuş, fizik kanunları yetersiz kalmıştı.
Tabiat kanunları değişmez bir konu gibi inananlara, deney ve bilime kesin bir doğru gibi bakanlara, Allah'ın herşeyi kuşatan kudretini tanımaktan aciz olanlara, İsa'nın doğumu bir büyük mucizedir.
"Allah birşeyi dilediği zaman O'nun buyruğu sadece o şeye "ol" demektir. Hemen oluverir."
Fakat Allah'a hakkıyla inanan ve kudretini düşünen inanç sahiplerine, Hz. İsa'nın doğum mucizesine inanmak hiç de zor gelmemişti. Çünkü Allah, var eden, güzel yaratan, tarattıklarına şekil veren, en güzel isimler yine kendisinin olandır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ın adını anar. Allah güçlüdür ve herşeye hakimdir.
Biz de inananlar sınıfından olarak kutsal kitabımız Kur'an'a dönerek İsa'nın hikayesini oradan okuyalım.
"Melekler demişti ki: Ey Meryem, Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa'dır. Dünyada da ahirette de şanı yücedir. Hem de Allah'a yakın olanlardandır. Meryem ise şöyle demişti: Rabbim! bana bir insan dokunmamışken benim nasıl çocuğum olabilir?" Melekler de Meryem'e şöyle dediler: Allah dilediğini böylece yaratır. Bir işin olmasını isterse, ona "ol" der, o da oluverir. Ona yazı yazmayı Tevrat'ı,İncil'i öğretecek. O'nu, İsrailoğullarına bir Peygamber kılacak. O da onlara şöyle seslenecek: Ben size Rabbınızdan bir ayet getirdim. Ben size çamurdan bir kuş yapıp ona üfleyeceğim o da Allah'ın izniyle hemen kuş olacaktır. Anadan doğma körleri, hastaları iyileştireceğim. Allah'ın izni ile ölüleri dirilteceğim. Yediklerinizi, evlerinizde sakladıklarınızı size haber vereceğim. Size Rabbınızdan bir mucize getirdim. O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin."
İsa'nın annesi Meryem'di. Meryem, Zekeriyya Peygamber'in yanında büyümüş ve çevresinde temizlik ve ahlak örneği olarak anılan bir kadındı. Ancak, Allah'ın yardımıyla kendisinde bir takım olağanüstü haller olmaktaydı. Zekeriyya yanına geldiğinde, yanında türlü türlü yiyecekler görüyordu. Kendisine sorduğunda;
Meryem annemiz:
- Bana bunları Allah verdi. Rabbim dilediğine rızık verir, diyordu. Melekler de bir defasında Meryem annemize gelerek:
- Ey Meryem, Allah seni kadınlar arasından seçti. Sen bir çocuk doğuracaksın. Bu çocuk şerefli bir Peygamber olacak, dediler.
Meryem artık gece gündüz durmadan ibaret etmekteydi. Birgün odasından dışarı çıktığında birden karşısına bir insan çıktı. Bu insan O'na:
-Korkma ben Allak'ın elçisiyim. Ben bir Meleğim. Sana bir evlat verilecek. Allah'ın herşeye gücü yeter. Bunu sana haber vermeye geldim, dedi.
Daha sonra gözden kayboldu. Bir zaman sonra Meryem artık sürekli ibadet ediyor ve insanlardan ayrı yaşıyordu. Bir gün doğum sancıları başladı ve bir ağacın yanında Hz. İsa dünyaya geldi . İsa dünyaya gelince kendi kendine:
- Ne oldu bana, keşke ben daha önce ölseydim. Şimdi İnsanlar bana ne der? dedi. Birden bir ses duydu:
-Üzülme anne.
-Meryem sağa baktı, sola baktı, kimse yoktu. Konuşan bebekti. Ve hala daha konuşuyordu: 
Anne, hurma ağacının dallarını salla hurma dökülür, gözün aydın olsun. İnsanlara rastlanan beni göster ve "Benim bugün konuşmamaya yeminim var" dersin, dedi.
İnsanlara rastlayınca herkes:
-Sen böyle kötü işleri neden yapıyorsun? Bu çocuk nereden geldi, dediler.
O sırada kundakda olan küçük İsa konuştu:
- Ey insanlar, ben Allah'ın kuluyum. Allah bana kitap verdi. beni Peygamber olarak yarattı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve dirileceğim gün Allah'ın selamı benimledir, dedi.
Aradan zaman geçti. İsa büyüdü ve insanları Allah yoluna çağırmaya başladı.
Yahudilere giderek onlara seslendi:
-Ben Allah'ın bir Peyhamberiyim, sizi O'na ibadet etmeye çağırıyorum, dedi.
Ancak onlar bu sözlerle alay ettiler:
-Ey İsa, bize mucize göster bakalım da sana inanalım.
İsa bir parça çamur aldı ve onu kuş biçimine soktu. Sonra çamura üfledi. Çamurdan yapılmış kuş birden canlandı ve uçtu. O zaman şöyle bağırdılar:
-Bu bir sihirdir. Ey İsa sihirbaz değilsen bir körü iyileştir bakalım, dediler.
Gözleri kör bir adam bulundu. İsa, ellerini gözlerine sürünce o adamın gözleri açılıverdi. Fakat yine de inanmıyorlardı.
-Sen dediler, ölüleri dirilt bakalım, bunu yaparsanız inanırız.
İsa bunun üzerine bir mezarın yanına gitti. Ölüye "Allahın izniyle kalk" diye emretti. Ölü mezarından kalkıverdi. Kabirden dışarı çıktı. Fakat nankör Yahudiler kaçıstılar ve "sen bizi büyüledin, biz sana inanmayacağız" dediler.
Ancak içlerinde İsa'ya inanmış olanlar da vardı. Bunlara Havariler deniyordu. Artık İsa kendisine inanan Havarilerle geziyordu. Ancak onları gören Yahudiler hemen:
-Sihirbaz kadının oğlu, işte sihirbaz geliyor bakın, diye alay ediyorlardı. İsa:
-Ey milletim! Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamberim, diye nasihat ediyordu.
Bunu dinlemeyen Yahudiler artık İsa'yı taşa tutuyorlardı. İsa bunun üzerine:
-Ey Yahudiler! Hepinizin Allah belasını versin, diye beddua etti.
Onlardan birisi bunun üzerine:
-Öldürelim bu sihirbazı, dedi.
Havariler kaçarak bir eve saklanmışlardı. Yahudiler de ısrarla İsa'yı öldürmek için her yerde arıyorlardı. Eve hucum ettiler. İçeriye kapıyı kırıp girdiler. Allah İsa'yı Yahudiler'in tuzağından kurtardı kendine yükseltti.
Kıssa'nın bundan sonrası Kur'an'da anlatılmıyor. Şöyle devam ettiği sanılıyor. 
Havarilerden birini yakaladılar. O'nu İsa zannediyorlardı:
-Asın bunu, asın bunu.
-Bir ağaç getirip yakaladıkları adamı astılar. Kan çıkana kadar taşladılar. İşkence ile onu öldürdüler. 

 
 

Hz. Yusuf un Hikayesi

 
 

Yusuf, onbir ağabeyi olan küçük bir çocuktu. Yakışıklı ve akıllıydı. Babası Yakup en çok Yusuf'u severdi.

Bir akşam Yusuf uyuyunca ilginç bir rüya gördü. Rüyasında onbir tane yıldız, güneş ve ay toplanmışlar kendisinin önünde eğiliyorlardı. Uyandığında çok şaşırmıştı. Neden bir insanın önünde yıldızlar, ay ve güneş eğiliyordu?

Gidip rüyasını babasına anlattı.

- Babacığım onbir yıldız, güneş ve ay benim önümde eğildiler, dedi.

Babası Yakup, bir peygamberdi. Bu rüyayı duyunca çok sevindi.

- Yusuf oğlum, dedi. Allah seni korusun. Sen bu-









Ah babacığım, aramızda bir yarış düzenlemiştik, Yusuf eşyalarımızın yanındaydı sonra bir kurt gelmiş onu yemiş, deyip koç kanına bulanmış gömleği gösterdiler. Ama Yusuf'un gömleğinde parçalanma izleri yoktu. Yakup bu yalana inanmamıştı:

Hayır dedi, bu hikayeyi siz uydurdunuz. Yusuf'um ölmedi.Fakat Yusuf bulunamıyordu, en iyisi sabretmek ve Allah'a güvenmekti.

Üvey kardeşler akşam olunca Yusuf'u düşünmeden uykuya dalmışlardı.

Oysa Yusuf, karanlık derin bir kuyuda ne yemek yiyebiliyor, ne de su bulabiliyordu. Sonunda Allah'ın yardımıyla ormandan geçen bir yolcu grubu, yani bir kervan, bu kuyuyu gördüler. Kervan çok susamıştı. Hemen kuyuya bir kova sarkıttılar.

Kuyudan kovayı çektiklerinde çok şaşırdılar. Çünkü kovanın içinde gözyaşlarına boğulmuş bir güzel çocuk vardı. Kervandakiler bu çocuğu bir köle olarak Mısır'da satmaya karar verdiler, Mısır'a varınca pazar yerine gidip:

- Bu güzel çocuğu satın alacak var mıdır, diye bağırdılar.

O pazarda bulunan bir tüccar Yusuf'u satın aldı.

Onu Mısır kralına götürdü.

Yusuf'un dış görünümü kadar içi de tertemizdi. Kralın hanimi Yusuf'u çok beğenmişti. Fakat Yusuf kadının kötü arzularına karşı Allah'a sığındı.

Kadın çok kızmıştı. Hemen kocasına gitti. Yusuf bana kötü davranıyor diye şikayet etti. Böylece Yusuf zindana atılmıştı. Fakat mahkumlar ve gardiyanlar anladılar ki Yusuf soylu bir gençti.

Yusuf'la aynı gün iki mahkum daha gelmişti. Onlar gördükleri rüyalarını Yusuf'tan sordular.

- Ben, dedi mahkumlardan birisi... Rüyamda şarap sıkıyordum.

Diğeri de:

- Ben de başımda ekmek kırıntıları taşıyordum.
Bunları kuşlar yediler.

Yusuf'tan bu rüyaları açıklamasını istediler. Fakat Yusuf bir peygamberdi. Peygamberlerin görevi yalnızca rüyalarla uğraşmak değildi. Allah'ın emirlerini yaymaktı. Yusuf söze şöyle başladı:

- Ben dedi, rüyaları tabir etmeyi çok iyi bilirim. Bu
bana Allah'ın verdiği bir bilgidir.

Ve şöyle devam etti:

- Rabbimin bana öğrettiği, sizlere ve başkalarına öğretmediği çok şey var. Allah ilmini herkese ve
özellikle günah işleyenlere vermez. Bana verdi, çünkü ben Allah'a inanıyorum ve güveniyorum. İşte bakın insanlar nankör, tek olan Allah'a inanmak varken putlar yapıp tapıyorlar, onlardan isteklerini istiyorlar.
Düşünün bir defa, bir yığın taş parçalan mı iyidir, yoksa bir olan Allah mı? Biliniz ki ey kardeşlerim, krallar,
hakimiyetler, tüm dünya, uzay ve evren Allah'ındır.Ondan başkasına ibadet etmeyin. Bu size söylediğim
tevhid dini dosdoğru yoldur. Gelin bu yola girin.

Sonra o iki adama:

- Biriniz efendisine şarap verecek, biriniz idam edilecek ve kuşlar kafasında beslenecek.

Sonra şarap vereceksin dediğine dönüp:

- Bu gerçek olunca beni hatırla olur mu? dedi.

Yusuf'un dediği gerçek oldu. Mahkumlardan birisi kralın uşağı oldu, diğeri idam edildi.

Bu arada zaman geçti, Mısır kralı bir rüya gördü. Yedi tane cılız öküz, yedi tane şişman ineğin etini yiyorlar ve yine yedi tane başak diğer yedi kurumuş başağa dolanıyorlardı.

Kral bu rüyayı etrafındakilere sordu, kimseler bilememişti.

İşte o anda uşağın aklına Yusuf geldi. "Kralım bunu Yusuf bilir" dedi. Hizmetçi zindana koşup Yusuf'a rüyayı sordu.

Yusuf da anlattı:

- Yedi yıl bolluk olacak, büyük gayretlerle mısır yetişecek. Sonra korkunç bir kuraklık olacak, şayet ondan önce ürünlerinizi depo ederseniz kuraklıkta sıkıntı çekmezsiniz. Bu kıtlık yedi sene sürdükten sonra yeniden bolluk olacak diyerek sözlerini bitirdi.

Hizmetçi geri dönüp krala Yusuf'un anlattıklarını aktardı. Kral bu felaketi önceden öğrendiği için çok sevindi. "Bu rüyayı açıklayan kimdir" diye hizmetçiye sordu. Hizmetçi:

- Bu kişi Yusuf'tur efendim, dedi.
Kral:

- Onu hemen bana getirin, ben onu özel danışmanım yapacağım, dedi.

Kral Yusuf'u kendi özel danışmanı yaptı. Ancak, kralın etrafındaki memurlar da kral gibi kötüydüler. Allah'ın herkesin yararına sunduğu nimetlerde haksızlıklar yapıyorlardı.

Biliniz ki insanların kalplerinde Allah korkusu olmazsa başkalarının hakkına el koymakta şüphe etmezler. Ama içinde Allah korkusu olan, dürüst olur,dünya nimetlerini yerinde ve hakkı ile kullanır.

Bundan dolayı Yusuf, haksızlıkların düzeltilmesi için kendini öne çıkarıp krala:

- Beni hazine sorumlusu yap, dedi.

Kral da ona bu işi verdi. Böylece Yusuf tahıl depolarının da başına geçmiş oluyordu.

Yusuf'un söylediği gibi büyük bir kuraklık gelip çatmıştı. Ancak Yusuf'un sayesinde Mısır'daki depolar ağzına kadar tahıl ile doluydu. Onun için çevre memleketlerde yiyecek bulamayanlar Mısır'a gelip, tahıl istiyorlardı. Yakup da oğullarını Mısır'a yiyecek almaya göndermeye karar verdi. Fakat en küçük oğlu Bünyamin'i göndermedi. Yusuf için nasıl korktuy-sa, Bünyamin için de öyle korkuyordu.

Yusuf'un üvey kardeşleri yola koyuldular. Yusuf'u çoktan öldü biliyorlardı. Mısır'a varınca unuttukları kardeşi Yusuf'un karşısına çıktılar. Yusuf onları yabancı gibi karşıladı. Kim olduğunu onlara anlatmadı.Nereden geliyorsunuz?Kenan ilinden.Siz kimlerdensiniz?Biz Yakup'un oğullarıyız. Babamız peygamberdir.Başka kardeşiniz var mı?

Evet adı Bünyamin.
- Neden o da gelmedi?Babamız yollamadı.Neden, o çok mu küçük?

- Hayır ama, onun bir kardeşi vardı adı Yusuf'tu.
Bir gün bizimle oynarken bir kurt onu yedi.

Yusuf bunu duyunca içinden bir gülme tutturu-verdi. Ancak içinde babasını ve kardeşi Bünyamin'i görmek için büyük bir özlem duymaya başlamıştı.

Yusuf kardeşlerine istedikleri yiyecekleri verdi. Bir daha geldiklerinde kardeşleri Bünyamin'i de getirmelerini, yoksa yiyecek alamayacaklarını söyledi. Kardeşleri Yusuf'u tanıyamamışlardı.

Kardeşler eve döndüklerinde olanları babalarına anlattılar. Tekrar yiyecek almaya giderken Bünyamin'i de istediler. Fakat Yakup, Yusuf'un başına gelenleri unutmamıştı. Bu yüzden Bünyamin'i onlarla göndermekten çekindi. Ancak, kardeşlerin hepsi Allah adına yemin edince Bünyamin'in onlarla gitmesine izin verdi.

Kardeşler, Bünyamin ile birlikte Mısır'a doğru yola çıktılar. Mısır'a geldiklerinde Yusuf, kardeşini hemen tanımıştı. Onu bir kenara çekip, ben senin kardeşin Yusuf'um dedi. Bünyamin bunu duyunca çok sevindi.

Yusuf, kardeşinin kendi yanında kalmasını istiyordu. Ama bunu nasıl yapacaktı?

Bünyamin'in kalmasını sağlamak için gizlice Bünyamin'in çantasının içine kralın gümüş kupalarından birini sakladı. Kardeşler saraydan ayrılırken, hizmetçiler gümüş bardaklardan birinin eksildiğini gördüler. Bütün kervanlar durduruldu. Eşyalar aranınca gümüş bardak, Bünyamin'in çantasından çıkıverdi.

O zamanki kanunlara göre, böyle bir şey yapan cezasını çekene kadar o ülkeden çıkamazdı. Yusuf da zaten bunu istiyordu. Böylece Bünyamin'in gitmesine izin verilmedi. Büyük kardeşler çok üzgündüler. Şimdi babalarına ne cevap vereceklerdi?

Bünyamin de işin farkına varmıştı ama ağabeyleri çok üzgündü. Yusuf'a koşup yalvardılar. Ama Yusuf, Bünyamin'in kendisiyle kalmasını istediği için onların tekliflerini, yalvarmalarını kabul etmedi.

Büyük kardeşlerden birisi:

- Ben babama 'Bünyamin'i geri sana sağ salim getireceğim' demiştim. Ben Bünyamin dönene kadar gitmeyeceğim siz gidin, dedi.

Bunun üzerine geri kalanlar babalarına döndüler. Olup biteni anlattılar. Ancak Yakup, olup bitene inanmak istemiyordu:

- Benim Bünyamin'im hırsızlık yapmaz ama ben de onun için birşey yapamam. Sabredip bekleyeceğim, dedi

Gece, gündüz dua etmeye başladı. O kadar çok üzüldü ki artık gözleri görmez olmuştu. Sonra oğullarını topladı:

- Mısır'a gidip kardeşinizi görün, dedi.
Kardeşler Yusuf'a üçüncü kez gittiler:Biz yine geldik, çünkü bizim kardeşimiz Bünyamin'e ihtiyacımız var, bize tahıl da lazım, çünkü ku
raklık devam ediyor. Paramız da yok, ne olursun bize yardım et, diye yalvardılar. Yusuf bu yalvarmalardan
çok üzülmüştü. Fakat onlara kendisine yaptıkları davranışın kötülüğünü anlatmak istiyordu.

Hatırlayın bakalım, sizin Yusuf diye bir kardeşiniz vardı. Ona ne yapmıştınız?Birden kardeşlerin hepsi Yusuf'u hatırladılar:Sen.. Sen Yusuf musun? diye utana sıkıla sordular.

Evet dedi Yusuf.- Şüphesiz biz yanlış yaptık, affet bizi, dedi kardeşleri.

Yusuf onları affetti. Sonra onlara tüm aile bireylerini Mısır'a getirmelerini söyledi. Gömleğini de çıkarıp:

- Bu gömleği babama verin, inşallah onun gözleri açılacaktır, dedi.

Kardeşler Kenan iline babalarının yanına döndüler. Onlar gelmeden Yakup etrafındakilere:

- Bana deli demeyin ama, Yusuf'umun yaşadığını hissediyorum, dedi.

Halk da:

- Hadi canım, Yusuf yıllar oldu kaybolalı, sen nasıl böyle söylersin? dediler.
Sonunda çocuklar eve geldiler. Yusuf'un müjdesini babalarına verdiler. Gömleğini de babalarına sundular. Yusuf un haberi babasını öyle sevindirmişti ki yeniden görmeye başladı. Sonra tüm aile Mısır'a yerleşti. Yusuf da Mısır'da yönetici olmuştu. Böylece Yusuf'un çocukken gördüğü rüya gerçekleşmiş oluyordu.

 
 

Hz Lut

 
 

Hz. Lut Peygamber de Hz. İbrahim'in kardeşlerinden birinin oğluydu. Aynı zamanda Hz. İbrahim'e ilk inananlardandı.

Hz. Lut büyüyünce Sodom denilen bölgeye yerleşmişti. Sodom şehri, etrafı verimli topraklarla kaplı bir yerdi. Dağlardan kaynayan sular bütün ovayı kuşatıyordu. Şehrin çevresinde zengin bağlar, bahçeler vardı. Sodomlular da çok zengin idiler. Mermerden yaptıkları saray gibi evlerde oturuyorlardı.

Ancak Sodom şehrinde ahlaksızlıklar gün geçtikçe artıyordu. Allah'ın bunca nimetlerine rağmen, Sodomlular tam bir isyan içindeydiler. Putlara inanıyorlar, her kötülüğü yapıyorlardı. Hele yaptıkları bir ahlaksızlık vardı ki, dünyada bu en büyük ahlaksızlıktı. Onlar kadınlar yerine erkeklere yaklaşıyorlardı.

Allah ise dünyada yarattığı canlıları bir erkek, bir dişiden meydana getirmişti. Bitkiler, hayvanlar, insanlar hep bu yaratılış üzerindeydiler. Bir erkekle bir kadının evliliğinden bir aile meydana geliyordu. Şöyle bir etrafımıza bakarsak bunun böyle olduğunu görürüz.

Durum böyle iken yoldan çıkan Sodom halkı kadınlarla tamamlanan aileyi bırakıp erkeklerle beraber oluyorlardı. Bu yüzden kimse Sodomluları sevmezdi. Yolları oradan geçen kervanlar hiç Sodom'a uğramazlardı.

Hz. Lut, kendisine Allah tarafından peygamberlik verilince, Sodomluları bu ahlaksız tavırlarından vazgeçmeye çağırdı.

O, inanıyordu ki, kâfirler ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, inananlar her zaman onları yenebilirler. Doğruluk ve imanı hiçbirşey yenemez. Lut bunların bilincinde olarak şöyle sesleniyordu:

- Ey Sodomlular, Allah'tan korkun. Putlardan vazgeçin, ahlaksızlığı bırakın. Sizler birer insansınız.Yaptıklarınızı hayvanlar bile yapmıyor. Ben size Allah'ın emirlerini bildiriyorum.

Sodomlular önce Lut'a gülüp geçtiler:

- Lut'a ne oldu böyle, bu peygamberlik de nereden çıktı, dediler.

- Ey Lut sen bize nasihat çekeceğine gel bizimle beraber keyfine bak, bu dünya bir eğlence yeridir, diyorlardı.

Lut, bu sapık insanların hareketlerinden çok üzüntü duyuyordu.

Aradan günler geçti. Sodomlular arasında Lut'un dediklerini birkaç kişi kabul etmişti. Bu insanları gittikleri yoldan döndürmek için artık onları Allah'ın azabı ile korkutmaya başlama sırası gelmişti.

Hz. Lut:

- Ben size Allah'ın bana verdiği görevi iletiyorum.Siz bu ahlaksızlıklara devam ederseniz çok yakındacezanızı çekeceksiniz.

Halk bu sözlere şaşırmıştı:Ne azabı, sen neler söylüyorsun?

Allah'ın azabından, cezasından kimse kurtulamaz. Yüce Allah sizden öncekileri ne yaptı? Bunları
düşünün, kendinize gelin.Hz. Lut, Yüce Allah'ın kötülükten vazgeçmeyen bu insanlara bela yağdıracağını biliyordu. Ve şöyle dua ediyordu:

- Ya Rabbi! Beni ve bana inananları koru. Bizi böyle kötülerin eline bırakma..

















mıştı.

O zaman o misafirler gülerek kendilerinin insan değil melek olduklarım açıkladılar:

- Ey Lut korkma, telaşlanma. Bizler Allah'ın elçile
riyiz. Sodomlular bize dokunamazlar. Sen kendini üz
me, bunlar vazgeçmezler. Bırak gelsinler bize birşey
yapamazlar.

Hz. Lut bunun üzerine Allah'a şükretti. Gidip kapıyı açtı. Bütün halk içeriye hücum etti. Tam o sırada meleklerden Cebrail Allah'ın izni ile o halka bir bakı-verdi ki hepsi kör oldular, çığlık çığlığa kaçıştılar. Bir yandan da şöyle bağırıyorlardı:

- Lut'un evine sihirbazlar toplanmış, kaçın...
Kalabalık dağılınca melekler Lut'a:

- Ey Lut, sen vazifeni yaptın. Sodomlulara Allah'ın emirlerini duyurdun. Artık sana inananlarla burayı terket. Yalnız hanımın sana inanmadı. Bizi gidip ihbar etti. O da Sodomlularla helak olacak. Siz gidin, hiç kimse geriye dönüp bakmasın. Şunu bilin ki Allah'ın azabı ve cezası buraya geliyor.

Melekler bunu söyleyip gözden kayboldular. Hz. Lut kendisine inananları bir araya topladı. Beraberce şehirden çıktılar.

Sabah olmaya hazırlanıyordu ki Sodom şehrininüzerine gökten kızgın taşlar yağmaya başladı. O sapık, azgın insanlar, o inanmayanlar, yağmur gibi yağan taşların altında öldüler. Bağları, bahçeleri, evleri yıkılıverdi.

Güneş doğduğunda artık Sodom diye bir şehir yoktu.

Hz. Lut ve ona inanan müslümanlar ise yollarına devam edip yeni bir yurda yerleştiler.


 

 
 

Mağarada Yedi Kişi

 
 

Ağaçlardan, taşlardan yapılmış putlara tapılan bir ülkede Dakyanus isimli bir kral vardı. Her zaman yanına devlet adamlarını alır, altın ve gümüş ile süslenmiş saltanat arabasına biner ve puthaneye giderdi. Puthanenin içinde bir sürü put vardı. Yine birgün kral puthaneye geldi. Putların önünde yere kapandı. Kralı gören herkes onun yaptığını yapmıştı. Ancak oradaki gençlerden birisi putların önünde saygı duruşunda bulunmadı, yere de kapanmadı. Bu gencin arkadaşları onun yere kapanmadığını görmüşlerdi. Kral gittikten sonra, arkadaşları o gencin yanında toplandılar:Arkadaş, sen neden ilahlarımıza tapınmadın?

O genç cevap verdi:Arkadaşlar, ben çok düşündüm, sonunda buputların hiçbir işe yaramadığını anladım ve sonra, herşeyin yaratıcısı Yüce Allah'a inandım. Şimdi artık Allah'a ibadet ediyorum.

Bu sözleri dinleyen gençler düşünmeye başladılar. Sonra hepsi de o gencin dediklerine katıldılar ve Allah'a inanıp şöyle dua ettiler:

- Allahım, sen yeryüzünün ve gökyüzünün sahibisin. Artık senden başkasına ibadet etmeyeceğiz.Eğer biz bu sözümüzde durmazsak doğru yoldan çıkmış oluruz.

Artık gençler her gece bir arkadaşın evinde toplanıyor ve ibadet edip, namaz kılıyorlardı. Bir gece kralın adamlarından birisi onları gördü. Onlara:

- Siz ne yapıyorsunuz, diye sordu.
Gençler:

- Biz her şeyi yaratan Allah'a inanıyoruz. Halkımızın dinini bıraktık, gel sen de bize katıl dediler.

Adam:

- Ben atalarımın yolundan ayrılmam, dedi.

Hemen onları gidip krala şikayet etti. Kral onların yakalanıp öldürülmesini emretti.

Gençler bu haberi öğrenince şehirden kaçtılar. Giderken tarlada çalışan bir arkadaşlarına rastladılar.

O da onlar gibi Allah'a inanıyordu. Onlara:Arkadaşlar siz nereye gidiyorsunuz? diye sordu.

Kral bizi öldürtecek, bizim kendi yolundan ayrıldığımızı anladı. Şimdi bizi arıyor. O genç de onlara:

O zaman ben de sizinle geliyorum, dedi.O gencin bir köpeği vardı. Adı Kıtmir'di. O köpek de onların peşine takıldı. Akşama kadar yürüdüler. Derken bir mağaraya geldiler. İçeriye girip orada istirahate çekildiler. Az sonra da orada uykuya daldılar. Köpek de onların biraz ilerisinde uyuyordu. Kral ordusuyla birlikte o gençleri arıyordu. Sonunda onların saklandıkları mağarayı buldular. Güneş doğmuştu ama mağaranın içi karanlıktı. Kralın adamlarından biri:

- Ey büyük kralım, siz bunları öldürmek istiyorsunuz. O halde biz bu mağarayı taşlarla kapatalım. Onlar da içerde ölüp giderler.

Kralda:
- Evet bu fikrinizi beğendim. Onları ordan inandıkları tanrı bakalım kurtarabilir mi? diye küstah küstah güldü.

Mağaranın ağzını taşlarla örüp oradan ayrıldılar.

Sonra gençler uykularından uyandılar. Herşey uyumadan önceki gibiydi. Birisi sordu:Biz bu mağarada ne kadar kaldık?

Herhalde bir gün falan kalmışızdır, dedi diğeri.Acıkmışlardı. Acıktıklarını söyleyince içlerinden birisi şöyle dedi:Ben gideyim çarşıdan yiyecek alayım.Kralın adamları seni tanırsa ne olacak?Ben kimseye görünmeden giderim, dedi.

O genç kalktı, mağaranın kapısına gelince taşlarla kapanmış olduğunu gördü. Taşları iteleyerek dışarı çıktı. Yavaş yavaş yürümeğe başladı.

Fakat çok şaşırdı. Çünkü yollar çok değişmişti. Hiçbir yeri tanıyamadı. Şehrin kapısına vardı. Sanki rüyada gibiydi. Her yer değişmişti. Etrafına bakındı. Tek bir gecede bu kadar değişiklik olabilir miydi?

Cebinden biraz gümüş para çıkardı. Bir fırına girip ekmek almak için parayı uzattı. Fırıncı parayı aldı, evirip çevirdi.
Genç:

- Ne oldu? Paranın üzerinde kralın resmi var,
baksanıza..

Hangi kralın resmi?

Kral Dakyanus'un.

Olamaz.. Bu para çok eski Şimdi kullanılmıyor.
Bu para çok değerli..

Ama ben şehirden dün ayrıldım.

Benimle dalga geçme. Seni krala götürsünler.Genç:

- Kral beni öldürür. Ben onun dininden ayrıldım.

Fırıncı:

- Bizim kralımız kimseyi öldürmez. O da, biz de Allah'a ibadet ediyoruz.
Sonra, gelen askerlerden birine genci gösterdi. Görevli:

- Gel benimle, krala gidelim.

O görevli asker ve genç saraya doğru yürümeye başladılar. Saraydan içeri girince şaşırdı. Bu kral başka bir kraldı.

Kral sordu: 
-Bu genç kim?
- Efendim bu gencin üzerinde eski paralar var.
Herhalde bir hazine bulmuş.Genç o zaman söze karıştı:

- Ben bu şehirdenim. Hazine bulmadım. Bunlar benim param.

Kral:

- Sen buradan kimleri tanıyorsun söyle bakalım.

Genç tanıdıklarını saydı. Hiçbirisini hiçkimse tanımıyordu.

Genç:Ama biz daha dün Kral Dakyanustan kaçtık.
Kral bu söz üzerine

Kral Dakyanus mu? O öleli üçyüz yıl oldu.
Genç:
Ama nasıl olur, ben ve arkadaşlarım mağarada uyuyorduk, dedi.

Kral:

Bu ne acayip durum, bakalım sen doğru mu söylüyorsun?

Kral, beraberindeki askerler ve o genç, mağaraya doğru yola çıktılar.

Mağaraya gelince:

- Efendim siz burada bekleyin. Arkadaşlarım sizi Dakyanus sanırlar, korkarlar. Önce ben içeri gireyim. Onlara durumu anlatayım, dedi

Genç içeri girdi ve arkadaşlarına:

- Arkadaşlar, biliyor musunuz siz mağarada kaç sene uyudunuz?

- Biz mi... Elbette bir iki gün

- Hayır hayır, üçyüz dokuz sene uyudunuz...Şimdi başka bir kral var. Ve o da Allah'a inanıyor...O anda gençleri yeniden uyku bastı ve uyudular. Kral ve adamları dışarıda bekliyorlardı. Uzun zaman olunca merak edip mağaradan içeri girdiler. Bir de baktılar ki gençlerin hepsi ölmüş.

Kral:

- Allah'ın mucizesine bakın. Üçyüz sene sonra dirilen gençleri Allah bize gösterdi. O'nun gücü herşeye yeter. Bizi toprak olduktan sonra hayata yine döndürecek olan Allah'tır, dedi.

 
 

Hz.Musa ve Hızır

 
 

Birgün Yüce Allah, Hz. Musa'ya:

- Kullarımdan bir kul iki denizin birleştiği yerdedir. O senden daha alimdir, buyurdu.

Hz. Musa:

- Ey Rabbim, ben onu nasıl bulacağım? diye sordu.

Allah kendisine şöyle buyurdu:

- Torbanın içinde bir balık taşı. Onu nerede kaybedersen orada Hızır'ı bulursun.

Böylece Hz. Musa bir arkadaşı ile Hızır'ı aramaya koyuldu. Beraberlerinde bir balık taşıyorlardı.

Bir kayanın yanına vardıklarında uykuya daldılar. O esnada balık canlanıp torbadan denize atlayıverdi.

Uyandıktan sonra denizin kıyısına vardıklarında bir elbiseye bürünmüş bir insan gördüler ki bu Hızır idi Musa ona selam verdi.

Hızır ona şöyle dedi:

- Senin memleketinde selam nerede vardır. Yani senin memleketinde huzur kalmamıştır.

Musa:Ben Musa'yım.İsrailoğullanndaki Musa mı?

Evet... Sana öğretilen ilimden bana öğretmek şartıyla sana uyayım mı? diye devam etti Musa.Hızır şöyle dedi:
- Doğrusu sen benim yanımda dayanamazsın.
Musa şu karşılığı verdi:

- İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın. Ben senin işlerine karışmayacağım.

Böylece deniz kıyısında yürümeye başladılar. Gemileri yoktu. Yanlarına bir gemi uğradığında binmek için konuşup anlaştılar.

Gemiciler Hızır'ı tanıyıp ikisini de ücretsiz olarak taşıdılar.

Bir kuş gelip geminin kenarına kondu. Bir iki defa denize gagasını vurdu. Bunun üzerine Hızır:Ey Musa, senin ve benim ilmim Allah'ın ilminden ancak şu kuşun denize gagasını vurup aldığı su kadardır, dedi ve geminin tahtalarından bir kaçını söktü. Musa:

Bunlar bizi ücretsiz gemilerine aldılar sen buna karşılık gemilerini söküyorsun...Hızır:

- Sen benimle sabredemezsin, dayanamazsın demedim mi? dedi.

Musa birinci defa unutmuştu. Kıyıya çıktılar, yollarına devam ettiler. Arkadaşlarıyla oynayan bir çocuğun yanından geçerlerken Hızır o çocuğu öldürüverdi. Musa hemen:

- Bir suçsuz insanı öldürdün.
Hızır:

- Ben sana benimle sabredemezsin demedim
mi? dedi.

Devam ettiler. Sonunda bir yere geldiler. Yıkılmak üzere olan bir duvar kalıntısına rastgeldiler. Hızır duvarı onarmak için uğraştı ve o duvarı tamir etti. Musa:

- Bu boş işlerle ne uğraşıyorsun? deyince, Hızır:

- İşte artık yollarımız ayrılmalıdır, dedi.

Ve o zamana kadar olan garip işlerin anlamlarını anlatmaya başladı

- Önce gemi, denizde çalışan fakirlerindi. Gemiyi eski göstermek istedim. Çünkü sahilde bir zalim hükümdar var, güzel gemileri zorla alıyor. Çocuğu öldürdüm, çünkü anne ve babası müslümandı. O ise yoldan çıkacaktı, onları da yoldan çıkarmasın diye ölmesi daha hayırlı idi.

Duvara gelince, o duvar iki yetim çocuğun idi. Duvarın altında bir hazine var. Çocuklar büyüyünce defineyi bulacaklar ve Allah'ın rahmetini kazanacaklar.

Böylece Musa, bir kişinin Allah'ın ilmini anlamaya güç yetiremeyeceğini açık bir şekilde anlamıştı.

Ve her alimden üstün bir başka alim vardır.

Bugün 26 ziyaretçi (233 klik) kişi burdaydı!
footer içeriği buraya gelecek
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol